Öykü ve Romanları
Özün yansıtılmasındaki ustalık Nâzım’a göre öylesine önemlidir ki, bu aşamadaki başarısızlık yazarı hem sanat dışına düşürmekte, hem de dolaylı olarak, dünya görüşüyle kurduğu bilinç bağının yeniden gözden geçirilmesini gerektiren muhtemel bir yanlış kavramayı işaret etmektedir. Böylece, edebiyatın, hikâye ve romanın da biçim sorunlarına geçilir. Nâzım Hikmet hikâye ve roman türleri üzerinde dururken de, konuyu şiire getirirken de biçimsel olanakların tespiti ve fayda potansiyelini aramaktan yanadır. Türler arasındaki asal ayrımı “kemiyette değil, keyfiyette” gördüğünü söyler. Yani romanı roman yapan, onun hikâyeden uzak olması değildir. Niceliksel değil, niteliksel bir ayrımın farkına varmak gerekmektedir.
Sorunun böyle konuşu, hikâye ve romanın biçim olanaklarıyla şiir arasında rasyonel bağlantılar kurulabilmesini sağlar. Bakınız ne diyor: “Hatta değil yalnız büyük, küçük hikâye ve roman, bunlarla şiir arasındaki esaslı farklar da böyle. Zaten şiir ile diğer edebiyat nevileri arasında farkı böyle görmeye başladığım için, her şeyden evvel bence bir kemiyet meselesi olan lisan meselesindeki ayrılığı kaldırmaya çalışıyorum.”
Bu çalışma yeni bir şiirsel platformun biçim cephesini inşa etme yanında, kendilerinden yararlanılırken sorunlarının ortaya çıkarılması bakımından hikâye ve romana da yararlı olur. Yine Nâzım’ın kendi sözlerine bakıyoruz: “Aynı mevzu, romanda birçok kalın hatların kuvvetle inkişafı ve mimarisi demektir. Halbuki hikâyede bir tek kalın hat etrafında ince ince çizgilerin sarmaşdolaş olmaları var.
Tek kalın hattın mimarisiyle kurulan mevzu, kaç sayfada işlenirse işlensin, hikâyedir. Buna mukabil, birçok kalın hatların mimarisiyle kurulan aynı mevzu, aynı sayfa içinde de olsa -bu sayfa miktarının bir asgari haddi vardır elbette- romandır.
Konkre konuşalım. Roman, hikâye, küçük hikâyedeki müşterek vasıflardan biri de merakla okunabilmesidir. Yani nefes alabilmek yaşamanın nasıl en iptidai ve bahse dahi, münakaşaya dahi değmez malûm şartı ve hakikati ise, hikâye ve romanın bizi alâkayla sürüklemesi de öyledir. Bu alâka, bu merak sade, yalnız ve mutlaka polisiye bir entrika olmayabilir. Vaka ve hadise ve insanlar ve bunların terkibi o surette kurulabilir ki, sürprizli, esrarengiz kaziyeler ve dönüm noktaları olmadan da, daha ilk satırda yahut ilk dönemeçte bize ‘Ha, sonu malûm’ dedirtmeden kendini okutabilir.”
Kemal Tahir’e Sağırdere’den söz ederken de şöyle diyor: “En bariz taraf, en güzel hususiyet, muhaverelerdeki üslûplaştırmadır. Çakırın köy konuşmasını mükemmelen taklide, meddahlığa düşmeden vermişsin. Bu büyük bir zorluğu yenmektir.” Sonra yine Kemal Tahir’e bir de şunu söylüyor: “Argoyu, galat sözleri nasıl bir unsur olarak, gerekince ve çok defa geniş mânâda stilize ederek kullanıyorsak, şiveyi de öyle, ancak bir unsur olarak kullanabiliriz. Kullanmaya mecbur değiliz, ama kullanabiliriz.”
Üslûp konusundaki düşüncelerine bakalım Nâzım Hikmet’in: “Fakat bu iş (yani üslûp kurma) bir inkişaf merhalesinde zıddına dönüyor ve kötü mânâsıyla üslûpkârlık, üslûpçuluk oluyor. Bugün artık romanda ve hikâyede parlak pasaj, parlak cümle telâkkisi ölmüştür. Tolstoy’un Harp ve Sulh’ünde, Anna Karenina’da parlak ve temayüz eden pasajlar vardır, fakat Tolstoy romanı kurarken bu pasajlar için kurmamıştır.” Yine romanın ve hikâyenin temel sorunlarından biri olan kişi, tip ve konu bağlantıları ile ilgili olarak da düşünmüş ve şöyle belirtmiş bu düşünceleri:; “Evvelâ tip, sonra mevzu kaziyesi mevzu ile tipin vahdetini inkâra varabilir ve son devir bazı Fransız romanlarında olduğu gibi, muharriri mücerret, geveze ve uydurma psikolojizme götürebilir. Enmucezi tip (örnek tip) ancak muayyen bir devirde, muayyen bir sınıfın -en muvafak timsaliyle Don Kişot- müşahhaslaştırılması olabilir.”
Romanda bir tez savunulması, ya da romanın-hikayenin “sosyal içerikli” olması, Nâzım’ın benimsediği dünya görüşü ve o görüşün sanat felsefesi açısından neredeyse bir zorunluluktur. Onun da gerek yazmış olduğu romanlarda, gerek çeşitli yerlerde belirttiği edebiyatla ilgili düşüncelerinde örtülü olarak bu kabulü görmek mümkün. Ancak, sanatın gerçek anlamını içinde duyan ve gerçek bir yaratıcılıktan nasiplenmiş olan Nâzım Hikmet bunun olası tehlikelerini de elbet görmekteydi. Bunu da şöyle dile getiriyor: “Roman ve hikâye çok derin, geniş ve inkılâpçı bakımından derecesine göre sosyal meseleleri ele aldıkça, klasik manasında fıkra istibdadından ve formalizmden kurtuluyor. Romanı mutlak olarak ne fıkra etrafında, ne tipler etrafında kuralım. Romanı ve hikâyeyi tipleri, insanları, fıkraları ve fıkracıklarıyla diyalektik bir gözle tetkik edilip içine faal olarak karıştığımız hayatın artistik tespiti in’ikası üzerinde kuralım.”
Bir yerde edebiyatın bütün türleri arasındaki asgari ortaklıklardan birinin hikâye edicilik olduğunu ileri süren Nâzım Hikmet, şiirinde hayli kullandığı tahkiye sanatını (Jökond ile Siya U; Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Taranta Babu’ya Mektuplar, Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin; Kurtuluş Savaşı Destanı; Memleketimden İnsan Manzaraları gibi) doğrudan ürünler, romanlar ve hikâyelerle de denemiştir. Ama, başta da söylediğim gibi, onun sanatına bütünsel bir yaklaşımla baktığımızda bu ürünleri edebiyat açısından kayda değer bir önem taşımamakta. Nâzım Hikmet hikâye ve roman konusundaki düşüncelerini, özellikle biçimsel açıdan, aynı alanda yazdığı ürünlerde bütün zenginliğiyle kullanmış değildir. Böyle olunca da, yazıldıkları dönem de düşünülürse, oldukça sıradan ürünlerle karşı karşıya kalınmaktadır. Ama bu düşünceleri, şiirinde belirginlikle uygulama alanına çıkmaktadır. Tabii bir de etkilediği yazarlarda. Adam Yayıncılık Nâzım Hikmet’in bütün eserler dizisinde bu romanları ve hikâyeleri de yayınladı. Kan Konuşmaz, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim ve Yeşil Elmalar adlı üç romanı (ki Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde Yeşil Elmalar’ın yedi yazardan derlenmiş olduğu söylenmektedir) ve çeşitli adlarla 1920’den itibaren çeşitli dergilerde yayımlamış olduğu 104 hikâyesinin derlendiği bir kitap, geçtiğimiz yıl ulaşılır hale geldi. Araştırma ve inceleme yapmak isteyenler için bu yayınların yararlı olacağı kuşkusuz. Ben bunların tek tek ele alınıp incelenmesi yerine, Nâzım’ın edebi kimliğinde roman ve hikâye türleri ile ilişkisinin yeri üzerine konuşmanın daha geçerli olacağını düşündüm. Konuşmamı, Hulki Aktunç’tan alıntıladığım ve aynen katıldığım bir cümle ile bitirmek istiyorum: “Hikâye ve roman üstüne, hikâye ve roman için değil, şiiri yararına düşünmüş adeta. Özellikle de “realitenin vesikalarından kompozisyonlar, terkipler ve besteler ve gerçeklerin abidesini yapmak için ulaştığı göz kamaştırıcı yer: Memleketimden İnsan Manzaraları yararına.
* Bu metin, Nâzım Hikmet Vakfı’nın düzenlediği 90.Doğum yılı etkinliklerinde “Nâzım Hikmet’in Öykü ve Romanları” başlıklı panel konuşmasından özetlenerek alınmıştır. Ocak, 1992