Yargılamaların Yapıldığı Dönemin Hukuk Ortamı
1925 yılına girildiğinde, Cumhuriyetin ilanından bu yana iki yıl geçmiş olmasına rağmen, Osmanlı padişah düzeninden kalma 1274 tarihli “Kanun-u Ceza” hala yürürlükteydi. Bu yasa, 19’uncu Yüzyılın ilk yarısında, Osmanlı toplumunda görülen Batılılaşma hareketine bağlı olarak toplum yaşamımıza girmişti.
Osmanlı toplum düzenine egemen olan İslâmi hukuk karşısında ciddi bir çelişki oluşturan 1274 tarihli yasa, esas itibariyle demokratik bir yapıya sahipti. Çünkü, 1789 İhtilali’nin özgürlükçü etkilerini taşıyan 1810 tarihli Fransız Ceza Yasası’na dayanıyordu. Hatta, büyük ölçüde Fransız yasasının tercüme edilmesinden oluşmuştu. Fransız yasası, burjuvazinin kendine güvenli olduğu tarihsel bir dönemde hazırlandığı için 141 ve 142’nci maddeler anlamında bir sınıf mücadelesini yasaklayıcı bir kural içermiyordu.
Öte yandan, Büyük Millet Meclisi’nin çıkarmış olduğu 2 sayılı Hıyanet-i Vataniye Kanunu‘nda yürürlüktedir bu sırada (7) .Esas itibariyle, saltanatın ve padişahlığın kaldırılmasına karşı eylemleri kendisine . konu alan bu yasa da 141 ve 142’nci maddeler anlamında bir sınıf mücadelesine ilişkin bir düzenleme öngörmemektedir.
“İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini ve huzur ve sükununu ve emniyet ve asayişini ihlale” yönelik eylemlerden söz eden TBMM’nin 4 Mart 1925 günü kabul ettiği 578 sayılı “Takrir-i Sükun Kanunu”, suçları tamamlayan maddi ceza hukukuna ilişkin bir yasa değildi. Bu gibi suçların soruşturulmasıyla ilgili olarak hükümete bazı yetkiler tanıyan bir düzenlemeyi içeriyordu. Bu bakımdan, “komünistliği tahrik” ya da “Gizli komünist cemiyet kurma” gibi suçların tanımı, bu yasanın da dışında kalıyordu. Görüldüğü gibi, 1920’li yılların ilk yarısında yürürlükte olan ne Kanun-u Ceza ve ne de diğer özel yasalar komünist düşünceyi yasaklıyordu. İşte, Nâzım’ın ilk davası olan Aydınlık ve Orak-Çekiç Dergileri ile Amele Teali Cemiyeti çevresiyle ilgili dava, bu hukuki ortam içinde açılıp sonuçlanmıştı.
Bu davadaki suçlamanın hukuki nitelemesini tartışmadan önce, büyük bir parantez açarak, sözkonusu davanın hazırlık soruşturması sırasında parlamentodan geçirilen bir yasaya ve bu yasanın, bu dava ile ilgisine değinmek gerekiyor.
(Hükümetin isteği üzerine, İstiklal Mahkemesi Savcılığı’nca sola yönelik ilk toplu soruşturma, 30 Mart 1925 günü başlatılmıştı. Bu soruşturmaya bağlı olarak İstanbul’da, pekçok kişi gözaltına alınmıştı. Bazı kişiler de aranıyordu. Soruşturmanın ileriki aşamalarında, Nâzım da, arananlar listesine dâhil edilecekti. Ancak, başlatılmış olan bu soruşturmanın karşısında ciddi bir hukuki engel bulunuyordu. O da; Kanun-u Ceza’nın, devlete karşı suçlar kapsamında yer alan ve ülkenin iç güvenliğine ilişkin hükümlerin bu Birinci Bâb’ının İkinci Fasıl’ındaki maddelerin ağırlıklı olarak padişahlık kurumunu ve hilafeti korumaya yönelik olmasıydı. Üstelik, bu bölümde söze konu edilen eylemlerin suç sayılabilmesi için, silahlı (“müsellehen isyan”) veya zora dayalı (“imhaya cebren teşebbüs”) niteliği taşıması gerekiyordu. Oysa, soruşturma nedeniyle gözaltına alınan kişilerle ilgi kurulan eylemlerin hiçbiri böyle bir nitelik taşımıyordu. Bu durum karşısında, haksız ve keyfi bir gözaltı uygulamasının yapılmış olduğunun düşünülmesi kaçınılmazdı.
İşte tam bu sırada Hükümet, 3 Aralık 1924 tarihinden beri TBMM’ de beklemekte olan “Kanun-u Cezanın bazı mevaddını muadil Kanun” tasarısını gündeme getirdi. Üç gün gibi sınırlı bir zaman içerisinde görüşülen tasarı, 22 Nisan günlü birleşimde kabul edildi. Böylece, yürürlükteki ceza yasasının, başta devlete karşı suçlarla ilgili maddeleri olmak üzere büyük bir bölümü değiştirilmiş oluyordu. Yasa, 29 Nisan 1341 (1925) tarihli Resmi Ceride ile ilan edilerek yürürlüğe girdi.
Bu yasaya dayanan İstiklâl Mahkemesi, yasanın yayınlanmasından önce gözaltına alınan kişilerden bazıları ile, daha sonra gözaltına alınan Aydınlık ve Orak-Çekiç Dergileri ile Amele Teâli Cemiyeti çevresindeki kimi kişileri ağır hapis cezalarına mahkum etti (1925). Üstelik, yargılamaya konu eylemlerin (1 Mayıs toplantısı hariç, ki o da Vilayetten izin alınmak suretiyle yapılmıştı), tümü yasanın yürürlüğe girme tarihinden önce gerçekleşmişti.
Mahkemenin bu uygulaması, kuşkusuz ki dehşet vericiydi. Çünkü, işlendiği sırada suç sayılmayan bazı eylemleri nedeniyle, Dr. Şefik Hüsnü, Nâzım Hikmet, Şevket Süreyya (Aydemir) ve diğerlerini mahkum ediyordu. Üstelik, İstiklâl Mahkemesi’nin verdiği kararlara karşı itiraz yolu da kapalıydı. İlginç olduğu kadar şaşırtıcı olan nokta, Ankara İstiklâl Mahkemesi’nce uygulanan Kanun-uCeza‘nın 55’inci maddesinin yeni hâli de şiddet unsurunu içeriyordu. Kanun-u Ceza‘nın 635 sayılı yasa ile değişik 55/4-5’inci maddesi aynen şöyleydi: “Her kim hükümet aleyhine halkı müsellehen isyana veya Türkiye ahalisini yekdiğeri aleyhine silahlandırarak mukateleye fiilen tahrik edip de maddei fesat tamamiyle fiile çıkarsa o kimse idam olunur. Maddei fesadın icrasına başlanmış olursa yedi seneden ekâl 0lmamak üzere küreğe konulur.” Ve işte bu maddenin son fıkrasının uygulanmasıyla da sanıklar hakkında 7 ile 15 yıl küreğe konulma cezası verilmişti.) Bu parantez içi açıklamaları yapmazdan önce, yürürlükteki yasaların komünist düşünceyi yasaklayıcı bir hüküm içermediklerini vurgulamıştık. Yasal düzenlemenin bu özelliğine rağmen, Ankara İstiklâl Mahkemesi, sanıkların eylemlerini (gizli hücreler tertip etmek, propaganda yapmak, Üçüncü Enternasyonal ile ilişki kurmak vb.) komünist nitelikte görmüş ve suç saymıştı. Yani, kanunların yasaklamadığı bir eylemi, Ankara İstiklal Mahkemesi yasaklıyordu ve üstelik ağır hapis cezası veriyordu.