Komünizmin Suç Sayılması
Türk Ceza Yasası’nın yürürlüğe girmesinden beş yıl sonra, 8 Ağustos 1931 yılında yayınlanan Matbuat Kanunu ile birlikte “komünistliğe tahrik” bir suç olarak kabul edilmişti. Böylece, komünizm düşüncesiyle ilgili bir düzenleme, ilk kez olarak Türk hu- kukunda yer alıyordu. Ne ki, yalnızca basın yoluyla işlenebilen eylemleri kapsıyordu; nitekim, Nâzım’a da, ilk kez, “Gece Gelen Telgraf” şiiri nedeniyle uygulanmıştı. Madde, soyut olarak komünizmden, “komünistliğe tahrik”ten söz ediyor, ama bunu tanımlamıyordu. O nedenle keyfi uygulamaya açıktı.
Komünist düşüncenin açıklanması ve örgütlenmesi eyleminin, genel ceza yasası bakımından yasaklanması ise, 1936 yılında gerçekleşti. Ancak ilginç olan nokta, komünizm propagandası ve örgütlenmesinin, zora dayalı olarak (“şiddet kullanmak suretiyle”) işlenebileceğinin kabul edilmiş olmasıydı.
1936 sonrası dönemde, bu maddeler, komünist hareket ile ilgili olarak, üstelik yoğun bir biçimde uygulanmaya başlandı. Ancak, maddelerde “cebir” unsurunun bulunması ve komünist hareketin ise böylesi bir nitelikten uzak olması, pek çok uygulama sıkıntısına yol açıyordu. Fakat buna rağmen, 1943, 1946 yılındaki TKP çevreleriyle ilgili davalar bu maddelere göre açılmış ve sonuçlanmıştı.
Bu dönemde, Nâzım davaları yönünden (Harp Okulu ve Donanma’daki yargılamalarda) değişik bir uygulama yapılmıştı. Her iki mahkeme de, yargılama konusu eylemlerin komünist örgütlenme niteliğini taşıdığını ve Nâzım’ın böyle bir amaçla hareket ettiğini açıklamasına rağmen, TCK’nin 141 ve 142’nci maddeleri yerine, Askeri Ceza Kanunu’nun 94’üncü maddesine göre hüküm vermişti. Kuşkusuz, böyle bir değerlendirme, ceza hukukunun en temel ilkesi olan “kanunilik” (tipiklik) ilkesine aykırıydı. Yargılama konusu eylemin komünist nitelik taşıdığının saptanması halinde, yalnızca bu tür eylemlere ilişkin olan TCK’ nin 141 ve 142’nci maddelerinin uygulanması zorunluydu. Ve bundan kaçınmak hukuk açısından olanaklı değildi.
Askeri mahkemelerde gerçekleşmiş olan bu iki yargılama üzerinde özel olarak durmak gerekiyor. Çünkü, her şeyden önce hukuk uygulaması bakımından, kuşku uyandıran tartışmalı davalardır bunlar; daha önemlisi, hukuk adına terör uygulamasının örnekleri arasında sayılabilen ve bu yönüyle de evrensel anlamda deneyimler, içeren tipik davalardır .
(Öncelikle ve önemle belirtmek gerekiyor. Her iki mahkeme de, son soruşturma aşamasında toplanan delillere değil, önsoruşturma sırasında oluşturulan delillere dayanarak mahkumiyet kararı vermişlerdi. Her iki davada da, Nâzım’la ilgili delil, ön soruşturmada elde edilmiş, ancak mahkemede yadsınmış olan suç atımı nitelikli tek bir ifadeden ibaretti. Üstelik, başkaca hiçbir delil, bu suç atımını doğrulayıcı nitelikte değildi. Yani, yargılama hukuku ilkeleri açısından verilen karar sakattı.
Öte yandan, her iki askeri mahkemenin uyguladığı As. C. K.‘nin 94’üncü maddesinde tanımlanan “askeri isyana tahrik” suçunun yasal delilleri de oluşmamıştı. çünkü Nâzım, birden ziyade askeri şahıslarla görüşmemişti ve bu gerçek her iki mahkemece de kabul edilmişti. Ne ki, Askeri Yargıtay, tek bir kişiyle bile görüşme yapmış olmayı bu suçun işlenebilmesi için yeterli görmüştü. Aynı şekilde, cezanın üst sınırının uygulanabilmesi için 94’üncü maddenin öngördüğü “askeri hizmete zarar gelmiş” olması koşulu araştırılmaksızın, Nâzım’ın önceki eylemleri gibi yasal olmayan bir gerekçeye dayanılmış olması da, hukukilikten uzaklaşmanın bir başka yönünü ifade ediyordu.
Tüm bunların yanı sıra, her iki mahkeme de, Nâzım’ın görüştüğü kabul edilen asker kişilerle yapmış olduğu konuşmalarının içeriğinin, “askeri isyana tahrik” niteliğinde olup olmadığını tartışmamış ve hukuk süzgecinden geçirmemişlerdi. Kuşkusuz, yargılamaları, sürdüren mahkeme kurallarının çoğunluğunun muvazzaf subay sınıfından olması ve kurul üyelerinin tümünün, soruşturmayı başlatan komutanın emrinde bulunmaları, bu sonucun oluşmasındaki en önemli etkenlerden biriydi. Bağımlı yargının kaçınılmaz bir sonucuydu…
Ve nihayet, 38 davalarıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken ve belki de en önemli nokta, her iki mahkemenin de, Gerekçeli kararlardaki suçun niteliğine ilişkin açıklamalarına rağmen, yargılamayı Sürdürmüş olmaları gerçeğiydi. Gerek Harp Okulu, gerekse Donanma Askeri Mahkemeleri, Nâzım Hikmet’in suç kastının ve çabasının ordu içinde “komünizmi yaymak” olduğunu açık bir dille kabul etmişlerdi. yani, iddianameye ya da yargılamaya konu eylem, TCK’nin 142’nci maddesinde tanımı yapılan suç (ve suç kastı) olarak tanımlanmıştı. Bu duruma göre, her iki askeri mahkemenin de görevsizlik kararı vermesi gerekiyordu. Çünkü, komünizm ile ilgili eylemler askeri yargının görevine girmiyordu. Askeri Ceza ve Muhakeme Usulü Y asalarında, bu anlamda bir boşluk vardı. Ancak Ordu Komutanı, Nâzım’ın, ordu içindeki komünizm propagandası yönündeki eylemi nedeniyle, askeri mahkemede yargılanmasını ve As. C. K.’nin 94’üncü maddesine göre cezalandırılmasını istemişti. Ve hukuk ölçülerini deforme etme pahasına da olsa, bu görev yapılacaktı. Ve yapıldı. Fakat, tarih, çok kısa bir süre içinde, bu yargılamanın ne denli hukuk dışı olduğunu ele verecekti. Donanma Kararının açıklanmasından dokuz ay sonra, Hükümet, Asken Ceza Kanunu’nun 148, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu’nun göreve ilişkin 3 ve 30’uncu maddelerinin değiştirilmesini parlamentonun gündemine getirmişti. Bu değişikliklerde, “komünizm propagandası”nın, ordu içinde ve ordu mensupları arasında yapılması, ayrı bir suç olarak tanımlanıyor ve askeri yargının görevine dahil ediliyordu. Başvekalet Kararlar Müdürlüğü’nün 6/2255 sayı ve 3.5.1939 günlü Başvekil Dr. Refik Saydam imzalı Hükümet gerekçesinde şöyle deniliyordu: “Son senelerde devletimizin hukuki, siyasi, iktisadi nizamlarını ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile muayyen olan ana vasıflarını bozmak maksadıyla bilhassa yabancı rejimler lehine olarak ordu idaresinde sistematik şekilde hariçten propagandalar yapılmakta olduğu ve ordu mensupları arasında henüz kemale gelmemiş birkaç askeri talebe ile tahsil ve tecrübeleri noksan er ve erbaşların bu fikirlere temayül ettirilmiş bulunduğu müşahede edilmiştir.
Devlet kuvvetlerinin en mühim kısmını teşkil eden ordu içinde yapılmak istenen bu kabil suikastların failleri hakkında icabeden kanuni takibat yapılmış, şiddetle tenkil ve tecziye edilmişlerse de ( …) bu gibi propagandalar hakkında As. Ceza mevzuatında daha sarih ve maksadı temine yarar hükümler vaaz’ı zaruret halini almış ve nitekim TCK’ nin 141 ve 142. maddelerine bu düşüncelere mebnî yeni hükümler konmuştur.
Yukarıda izah olunan sebeplerle zaruretlere binaen As. Ceza K.’nin 148. maddesi tevsi edilmiş ve askerliğe ve orduya bu suretle tecavüz eden bu askeri suçları işleyen sivillerin de askeri kazaya tabi- yetini temin etmek… (amacıyla)… Ask. M. U. K’nin 3 ve 30. maddelerine o yolda birer fıkra eklenmiştir.”
Böylece, hükümet gerekçesinde ad verilmeksizin Nâzım Hikmet ve Harp Okulu ile Donanma Komutanlıkları Askeri Mahkemelerinde- ki yargılama vurgulanıyordu. Bu tutumuyla hükümet, Donanma ve Harp Okulu Askeri Mahkemelerinin Nâzım’la ilgili kararlarının, Ceza Hukukunun “Kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkelerine aykırı olarak ve görevsiz bir mahkemece verildiğini, bu nedenle de haksız ve hukuka aykırı olduğu gerçeğini kabul ediyordu.