Ressamlığı
Hapishane yaşamında, resmin yanı sıra elişlerine de zaman ayırması, Nâzım Hikmet’in pratik zekâsını ve tasarım gücünü, bir başka açıdan göstermesi bakımından ilginçtir. Hapishane yaşamı, bu tür işlerin üretilmesini özendirici özellikler taşıyor olsa bile, ceviz oyma tepsiden, ahşap kutuya, çantadan aynalı pudralığa, üzeri boncukla kaplı ampullere varıncaya kadar, her türden kullanım eşyası yapma yeteneğinin, el işçiliğine olanak veren inceliklerle süslü objelere dönüşmüş olması ve bu objelerin oyalayıcı bir uğraş göstermesi, Nâzım’ın kimliği ve kişiliği açısından önemli bir olgudur.
Edebiyata özgü şiirselliğin, plastik sanatlara, özellikle de resim sanatına özgü şiirsellikle bir arada, koşut biçimde düşünüldüğü ve yorumlandığı dönem, Avrupa kültüründe, romantik ve simgeci akımın bir uzantısı olarak X1X. Yüzyılda kendini gösterir. Şairlere özgü duyumsalcılık, bu akıma mensup ressamların yapıtlarında, içe dönük ve incelikle bir lirizmin yansıması halinde ortaya çıkar. İnsan ve doğa üzerine düşünsel içerikli yaklaşımların resimsel biçimler aracılığıyla işlenmesine yol açan bu yöneliş, ressamları şairlerle yakın dostluklar kurmaya yönlendirmiş, şairler ve romancılar arasından resme hevesli amatör ressamların çıkmasına ortam hazırlamıştır. Victor Hugo, bu bağlamda ilk akla gelecek isimlerden biridir. Sanatçının değişken imgelem dünyasının rastgele gördüğü her yerde doğaya özgü biçimler bulabileceğini öne süren Leonardo da Vinci’yi doğrularcasına, karakalem, guaş ve mürekebin yanı sıra resim dışı malzemelerle de çalışmış olan Hugo, bilinçaltının karmaşık ve karanlık haritasını, yüzlerce örneğe dayanan resimlerine dökmüştü. Kendisi de ünlü bir şair olan Baudelaire’e çok ilginç görünmüştü Hugo’nun desenleri.
Kuşkusuz Nâzım Hikmet de, dizelerinde şair olarak dile getirdiği duyumlarını, bir de resim yoluyla, renk ve biçim dünyası aracılığıyla dışa vururken, resim sanatının, kendine özgü ve şiirden farkı ifade olanaklarıyla donanımı olduğunun bilincindeydi. Şiirinde iletmek istediği insancıl ve toplumsal kökenli düşüncelerini, bütün vurucu ve etkileyici yönleriyle dile getirirken, resim yaptığı zamanlarda bu düşüncelerinin yeni sezgi kalıplarına, şiirindekine benzemeyen biçimsel oluşumlara bürünebildiğini görüyordu.
Resim belki de ona, şiirinden artakalan zamanlarda, bir çeşit soluk alma olanağı sağlıyor, beyninde biçimlendirdiklerini yerli yerine oturtmakta ona yardımcı oluyordu.
Nâzım Hikmet’in resimleri, güçlü bir şairin, usta bir söz dizimcisinin, çevresine insancıl gözlerle bakışının duyarlılık dolu izlenimleri, şaire özgü ressamca yorumudur.
*Bu metin, Editörlüğünü Alpay Kabacalı’nın yapmış olduğu ve Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından hazırlanan “100. Doğum Yıl Dönümünde” Nâzım Hikmet’e Armağan” adlı yapıttan alınmıştır.
Nâzım Hikmet’in, aile bireylerinin koleksiyonlarına dağılmış olan resim ve elişlerinin toplu halde yer aldığı kapsamlı bir sergi, annesi Celile Hanım’ ın resimleriyle birlikte, ilk kez İstanbul Yapı-Kredi Bankası Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde Ocak 2001’de sergilendi.
Yazmak Doludizgin(Günlük-Şiir), Orhan Kemal, Yayına hazırlayan: Işık Öğütçü, Tekin Yayınevi, 202 İstanbul.
Nâzım Hikmet: Portreler, Memet Fuat, Ocak 2001 İstanbul.
Mehmet Fuat, o zaman söz konusu bu resimlerin yok olup gittiğini sanıyordu. Yıllar sonra, bu resimlerin ikisini Rasih Nuri İleri raslantı sonucu, bir sahafta bulmuştu. Bunlar Vedat Başar ve Leman Hanım’ın portreleriydi. Memet Fuat, Nâzım’ın resim yaptığına, ilk Mithat Paşa köşkünde oturdukları yıllarda tanık olmuştu. Onun dışında, Nâzım’ın resim yaptığına tanık olmadığını belirtiyor. Ancak Nâzım, okuduğu kitapların kapak içlerini, kenar boşluklarını gemi, yelkenli, çiçek, el ve göz çizimleriyle doldurmaktan hoşlanmaktadır.
Nitekim açlık grevi sırasında, Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nde yatmakta olan Nâzım’ı görmeye gittiğinde, Nâzım, Memet Fuat’a, yakını Mehmet Ali Aybar’ı tanımaktan mutluluk duyduğunu, onunla birlikte resim yaptıklarını söyleyecektir.